Ermeni Raporu-6-İlk Başbakan Ovanes Kaçaznuni’nin Sunumu-3
Ermeni Raporu-6-İlk Başbakan Ovanes Kaçaznuni’nin Sunumu-3
Gürcistan Lori’yi işgal etti, demiryolunu kapattı. Biz kuşatma içinde kaldık. Bu artık gerçekten de savaş sebebiydi. Lori’deki bazı Ermeni köylerin ayaklanması ve Gürcü hükümetinin sert önlemleri ise doğrudan bir savaş gerekçesi oldu. Hükümet Ermenileri kesrnek için sanki bahane arıyordu.
Ordumuzda hizmet veren Rus subayların provakasyonları da muhtemelen belli bir rol oynamıştı. Gürcistan’da hükümet her vesileyle Rus unsurunu (ki bu unsur Tiflis’te yeterince güçlüydü) zayıflatmaya, onun etkisini kırmaya ve devlet cihazını millileştirmeye çalışıyordu. Bu amaçla Rus memurları ve subayları görevden alıyor ve yığınlar halinde Gürcistan dışına sürüyordu.
Ordumuzda çok sayıda Rus subay hizmet veriyordu ve bunların Tiflis’te (belki Denikin’in gönüllü birliklerinde de) bağlantıları vardı.
Askeri operasyonların başlatılması için çok gerekli olan düşmanlık atmosferini oluşturmak amacıyla bizim askeri çevreleri de muhtemelen onlar kışkırtmışlardı.
Savaş sadece üç hafta sürdü. 31 Aralık günü İngilizler müdahale ettiler ve barış sağlandı. Lori geçici olarak tarafsız bölge ilan edildi, orada İngiliz komiserin denetimi altında ortak bir Ermeni-Gürcü hakimiyeti tesis edildi.
Böylece savaş bizim açımızdan olumlu sonuçlanmış oldu. Amacımıza kısmen ulaşmıştık (demiryolu bağlantısı da İngilizlerin varlığı sayesinde yeniden temin edildi). Buna rağmen savaş bizi birçok hususu düşünmeye zorladı. Topu topu 4-5 aylık bir devlettik ve yığınla ihtiyacı bulunan bir ülke savaşa tutuşmuştu. En yakın ilişkilerimiz olması gereken komşumuzla savaşmaktaydık. Zira dış dünyayla sadece Gürcistan üzerinden bağlantı kurabilirdik.
Biz bunun bilincindeydik ve samimi olarak Gürcülerle dostluk ortamında yaşamak istiyorduk. Fakat başaramadık.
Bu konuda, bağımsız Gürcistan’ın bize karşı takındığı tavrın yanı sıra, bizim kendi güçsüzlüğümüz, siyasal yetersizliğimiz ve devlet aygıtını yönetmekteki yetersizliğimiz de önemli rol oynadı.
22- Burada, kuzeydoğu sınırlarımızda ve ülke içinde sürdürmekle olduğumuz sürekli savaşları da hatırlatmalıyım.
Biz Azerbaycan’la resmi savaş durumundaydık, zira Karabağ’da fiilen savaşıyorduk, Kazak’ta da sık sık çatışmalara giriyorduk. Ülke içinde de Akbaba, Zod, Zengibasar, Vedibasar, Şerur-Nahçıvan, Zengezur vb. yerlerde yerli Müslüman halkla birçok kanlı muharebe yaşandı.
Ve bu konuda da Azerbaycan’ın bize karşı tutumunun düşmanca olduğu kuşkusuzdur. Keza Türkiye ve Azerbaycan tarafından cesaretle indirilen yerli Müslüman halkın devlet karşıtı bir çizgi izlemekte oluşu da tartışılmaz. Önemli olan şu ki, biz kendi durumumuzu pekiştirmek için gereken önlemleri ne içeride ne de dışarıda bulabildik.
Azerbaycan ile az çok kabul edilebilir bir modus vivendi4 bulamadık, Müslüman bölgelerde idari yöntemlerle düzen sağlayamadık; silah kullanmak, ordu sevk etmek, yıkmak ve katliam yapmak zorunda kaldık, hatta bu konularda da başarısız olduk, ki bu da hiç kuşkusuz iktidarın prestijini sarstı. Vedibasar, Şerur-Nahçıvan gibi önemli mıntıkalarda kendi iktidarımızı silah gücüyle bile kuramadık, yenildik ve geri çekildik.
23- 28 Mayıs 1919 günü, bağımsızlığımızın yıldönümünde, parlamento Ermenistan’ı “birleşik” ilan etti; diğer bir deyişle, Türk egemenliğinden kurtulması muhtemel Ermeni topraklarının da mevcut Ermenistan topraklarına katıldığını ilan etti. Bu adım, Türkiye Ermenilerinin bir kısmı tarafından kendi haklarının gasp edilmesi olarak değerlendirildi. Zira bunun Türkiye’de Ermeni meselesi açısından gayet tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı. Çok gürültü koparttılar, itiraz ettiler ve Türkiye’deki Ermeni meselesi yeniden daha yoğun bir şekilde Rusya’daki Ermeni meselesi ile karşı karşıya getirildi. Hem ülke içindeki hem de ülke dışındaki liberal burjuvazi bu hareketi Taşnaksutyun tarafından gerçekleştirilen bir başına buyrukluk olarak nitelendirdi ve ona karşı daha bir hırsla davranmaya başladı.
4 Modus vivendi: Geçici anlaşma, uzlaşma, ara çözüm.
Bu itiraz ve endişelerin hiçbir dayanağı yoktu. Bir gasp niyeti, bir parti komplosu söz konusu değildi ve bu adımın Türkiye’deki Ermeni meselesine zarar vermeyeceği daha sonra anlaşıldı. Mayıs deklarasyonu, Türkiye’de Ermeni meselesini zer re kadar etkilemedi, hatta kimse onun farkına bile varmadı.
Yine az sonra görüldü ki, bu deklarasyonu hazırlayanların Ermenistan’ın siyasal ağırlığını artırma ve Avrupa’daki diplomatik çalışmaları kolaylaştırma ümitleri boşunaymış. Avrupa diplomasisinin gözünde durum hiçbir şekilde değişmemişti. Bizim parlamentonun bir tek deklarasyonu; gereken hareketlerle desteklenmeyen bu basit tutanak, gerçeklerin etkisini değiştiremezdi. Bu deklarasyonu takiben Paris’te milli delegasyonumuzun feshedilmesi beklenebilirdi, fakat bu da yapılmadı. 28 Mayıs sonrasında da Avrupa’da iki diplomatik temsilcilik (Cumhuriyet delegasyonu ve Milli delegasyon) yan yana faaliyet göstermeye devam etti; ki bunlar aynı konuyu, aynı yerlerde ve aynı çevrelerde savunmakla görevliydiler. Yalnız kendi aralarında yetki mücadelesi veren bu iki organın faaliyetlerini uzlaştırmak daha da zorlaştı. Böylece bizim Avrupa’daki yekpare cephemiz parçalandı. Ermenistan’da ise liberal unsurlada koalisyon şansı zorlaştı ve bu yüzden partimiz daha fazla tecrit edildi.
Bizi Birleşik Ermenistan deklarasyonunu yayınlamaya iten psikolojik talepler kolayca açıklanabilir.
Bizim izlediğimiz ve deklarasyonu haklı kılan siyasal mülahazalar da anlaşılabilir. Yalnız gerçek şu ki, bu deklarasyon herhangi bir olumlu sonuç vermedi; olumsuz sonuçları (iç anlaşmazlıklar ve tartışmalar) olduğu ise kesindir.
24- 1 Ağustos 1919’da kurul yerine faaliyet göstermeye başlayan Ermenistan parlamentosu çalışmalarına başladı. Parlamento seçimleri kapsamlı bir demokrasi düzeni sistemi (genel, eşit, doğrudan ve gizli oylama, nispi temsil) çerçevesinde yapıldı. Garip ve şaşırtıcı olan husus şu ki, demokratik bir kurum içinde 80 üyeden 72’si, yani yüzde 90’ı Taşnaktı; diğer siyasal partilerden sadece EsErler5 dört sandalye kazanabilmişti. Bu zafer biz Taşnakların gözlerini kör etti, bu tür bir parlamentonun gerçekte bir parlamento parodisi olduğunu anlayamadık. Anlayamadık ki, bu seçimler halkımızın bağımsız bir siyasal yaşam için henüz olgunlaşmadığını kanıtlamaktadır. Biz, parlamento zaferimizin aslında zafer değil bir yenilgi olduğunun, parlamentoya 72 kişi yerleştirerek ayaklarımızın altındaki zemini, demokrasinin temelini kaybettiğimizin bilincinde değildik.
Hakimiyeti tam olarak ele geçirirken, sorumlulukların da tamamını üstlenmiş olduğumuzu anlamıyorduk. Oysa bizim gereken hazırlığımız ve elemanlarımız yoktu. Yine güçlü bir muhalefetin varlığının, sırf bizi terbiye etmek, düzen ve hukuk dışına çıkmamıza müsaade etmemek bakımından gerekli olduğunu da anlayamadık.
Toplantılarımızı parlamento salonuna taşımakla, bir parti olarak varlığımıza son vermiş olduğumuzu da anlayamadık.
Ermenistan’da parlamento yoktu. Sadece içerikten yoksun bir biçim vardı.
Devlet meseleleri kapalı kapılar ardında, Taşnak fraksiyonun odasında görüşülüyor, daha: sonra parlamento kürsüsünden ilan ediliyordu.
Aslında parlamento grubu da yoktu, burası da Taşnaksutyun Parti Bürosunun güçlü denetimi altında olup, onun direktiflerini yerine getirmek zorundaydı. Hükümet de yoktu; o da Büro’ya bağlı olup, Büro’nun devlet içindeki bir tür yürütme organıydı. Bu bir Bolşevik sistemiydi. Ama Bolşeviklerin tutarlı bir biçimde ve açıkça yaptıklarını, bizler demokrasi kılıfına uydurmaya çalışıyorduk.
25- 1920 Mayıs’ının ilk günlerinde Bolşevik gösterileri ve ayaklanma girişimi gerçekleştirildi.
5 EsEr, Sosyal Devrimci grubunun baş harfleri SR’nin okunduğu gibi yazılmasından oluşan bir kısaltma. O zamanlar böyle yazılıyordu. (Çeviren in notu.)
Bu hareket fazla zorlanılmadan yatıştırıldı, zira bir dayanağı yoktu; bizim ülkemizde Bolşevizm görülmemiş bir şeydi, dışarıdan da destek gelmedi.
Yine de ilginç bir durum söz konusuydu. Bir grup genç Bolşevik (hatta Erivan’da, hükümetin burnunun dibinde bile) gürültülü gösteriler gerçekleştiriyor, ordu birlikleri arasında propaganda yapıyor, Gümrü’de demiryolu istasyonunu işgal ediyor ve zırhlı treni ele geçirebiliyordu.
Bu, hükümetin kaygısız, zayıf ve bilgisiz olduğunu ortaya koymaktadır.
26- Bu olaylar sonucunda ya da onlarla bağlantılı olarak bir tür coup d’Etaı6 gerçekleşti. Parlamento hükümetinin yerini diktatör yetkileriyle donatılan (“Büro-Hükümet” denilen) Taşnaksutyun Bürosu aldı.
Bütün yasal usullere uyulmuştu ve sürecin tamamı parlamento düzeni çerçevesinde seyretti. Parlamento 5 Mayıs tarihinde A. Hatisov’un istifasını (ki Büro’nun talebi çerçevesinde gündeme gelmişti) kabul etti, yeni hükümeti kurma görevini (Büro’nun direktifi doğrultusunda) Doktor A. Ohancanyan’a verdi. Aynı toplantıda Ohancanyan bakanların hazır listesini sundu. Bu listede Taşnaksutyun Bürosu üyelerinin tamamı yer almıştı, başkaları yoktu. Parlamento listeyi onayladı, daha sonra toplantılara bir süre için ara verdi ve tekrar toplanmaya başlayacağı tarihe kadar olan dönemde bütün yetkilerini yeni hükümete devretti.
Ermenistan parlamentosu (yani Taşnak fraksiyonu, yani Büro’nun kendisi) Taşnaksutyun’a bir diktatör hakimiyeti sundu.
Bu, Taşnaksutyun Partisi’nin 9. Kongre kararlarına ters düşmekteydi.
Bir şey kesindi; böylelikle, iki buçukluk durumu kaldırılmış, çirkin kulis faaliyetleri gereksiz kılınmış, durum açıklığa kavuşmuş ve gerçek görüntüsü almıştı. Partinin ülkeyi açıkça yönetmesi, aynı işi gizli biçimde yapmasından daha tercih edilebilir bir durumdu.
27- Sonbahar başlarında Ermenistan-Türkiye savaşı başladı; bu savaş bizi kesin olarak çökertti.
6 Coup d’Etat: Darbe. (Çevirenin Notu.)
Biz savaştan kaçmayabilir miydik? Büyük bir ihtimalle hayır. 1918 yılında bozguna uğratılan Türkiye iki yıl boyunca dinlenebildi.
Bu iki yıl içinde Türkler canlandılar. Yeni, genç ve yurtsever duygularla hareket eden bir nesil ortaya çıkarak Anadolu’da kendi ordusunu yeniden örgütlemeye başlamıştı. Türkiye’de milli bilinç ve kendini savunma içgüdüsü uyanmıştı. Onlar Küçük Asya’da geleceklerini hiç olmazsa bir şekilde sağlayabilmek için Sevr AntIaşması’na askeri güçle karşı koymak zorundaydılar. Bu karşı koyma eyleminin ağırlıklı olarak kuzeydoğuda değil, güneybatıda gerçekleşeceği açıktı.
Fakat güçlerini orada toplamak ve Yunanistan’a karşı cepheyi ayakta tutmak için, öncelikle Ermenistan tarafındaki cephe gerisini sağlama almaları gerekliydi. Belki onların Kars ve Gümrü depolarında bol miktarda bulunan askeri cephaneye de ihtiyaçları vardı. Belki de kendi güçlerini önce daha zayıf bir düşmana karşı denemek ve daha ciddi bir girişim için kendilerinden emin olmak istiyorlardı. Kimse Türklerin bu duygular ve niyetler içinde olup olmadıklarını kesin biçimde söyleyemez. Fakat savaşın kaçınılmaz olduğu kuvvetle muhtemeldir (bu savaş Türkiye’ye lazımdı). Bu ihtimallere rağmen bir husus tartışılmazdır: Biz savaştan kaçınmak için yapmamız gereken her şeyi yapmadık. Sonuçlar bir yana, Türklerle ortak bir anlaşma zemini bulmak için var gücümüzle çalışmalıydık.
İşte biz bunu yapmadık.
Biz bunu gayet açık ve o denli de basit nedenler yüzünden yapmadık:
Türkiye’nin hangi kuvvetlere sahip olduğunu bilmiyorduk ve kendi gücümüzden çok emindik. Esas yanlış buradadır. Savaştan korkmuyorduk, zira zafer kazanacağımıza inancımız tamdı. Sınırlarımıza Türkler tarafından hangi kuvvetlerin yığılmış olduğu konusunda bilgisizdik ve bu yüzden gereken tedbirleri almıyorduk.
Tersine Oltu’yu beklenmedik biçimde ele geçirmemiz, Türkiye’ye bir meydan okumaydı. Sanki biz kendimiz savaş istiyorduk.
Sınırlarımızda askeri operasyonlar başladığında Türkler bizimle bir araya gelmeyi ve görüşmelere başlamayı önerdiler. Biz ise onların önerisini geri çevirdik Bu büyük bir hataydı. Bu, görüşmelerin kesinlikle başarıyla sonuçlanacağı anlamına gelmezdi ama bu görüşmelerde barışçı bir sonuca ulaşılma ihtimali vardı. Herhalde Türklere bir şeyleri anlatabilmek yönünde belli şanslarımız vardı.
Bir hususu da hatırlatmak gerekir ki, 1920 sonbaharında biz, Türklerin gözünde quantite neglieable (yok sayılabilir değer) durumunda değildik. Geçen yılların dehşet saçan olaylar artık unutulmuştu.
Halk da dinlenmiş, canlanmıştı. İngiliz silahlarıyla iyi biçimde silahlanmış ve iyi donatılmış bir ordumuz vardı. Yeterince askeri cephanemiz vardı. Kars gibi önemli bir kale elimizdeydi. Nihayet Sevr Antlaşması vardı ve bu antlaşma o dönemde basit bir kağıt parçası değildi, Türklere karşı önemli bir kozdu. Durumumuz 1918 Mayıs’ında Baturu’da olduğu gibi değildi. Sözümüzün işitilebileceğine inanabilirdik, zira Türkler hala yenik durumdaydılar.
Biz bunu denemedik.
Biz onların davetini kabul etseydik, Türkler ne önereceklerdi?
Muhtemelen Baturu ve Brest’ten başlayacak ve daha sonra tavizler vererek 1914 sınırlarına çekileceklerdi. Bir adım daha gerileyerek Beyazıt ve Eleşkirt’ten de vazgeçmeleri mümkündü.
Kaldı ki, 1920 Eylül’ünde Türkler bundan daha fazla taviz veremezlerdi.
Karşılığında ise Ermenistan hükümetinin Sevr Antlaşması çerçevesinde öngörülen haklardan vazgeçmesini isteyeceklerdi.
Bu öneriye Ermeni hükümeti nasıl tepki verebilirdi?
Kuşkusuz reddedecekti. Hükümet bu şartları kabul edemezdi ve savaşmayı tercih ederdi.
Sadece Taşnak Büro-Hükümeti değil, herhangi bir Ermeni hükümeti böyle yapardı. Ben bu hususun altını çiziyorum. Ve bu, partimizin işlediği suçu önemli ölçüde hafifletmektedir. Hükümet bu şartları kabul edemezdi; zira bütün siyasal partiler ve gruplar, bütün diplomatlarımız, görevli ve gönüllü vatan kurtarıcıları… hepsi tek yumruk olarak isyan eder, bu hükümeti aforoz eder ve ihanetle suçlardı. Sevr Antlaşması herkesin gözünü kör etmişti.
Biz şimdi anlıyoruz ki, 1920 sonbaharında Türklerle (Sevr Antlaşması pahasına) doğrudan aniaşmış olsaydık çok şey kazanabilirmişiz.
Ama o zamanlar bunu anlamıyorduk.
Bu anlatılanlar birer ihtimaldir, fakat bizim o dönemdeki düşüncelerimizi yansıtmaktadır.
Savaş ise bir gerçekti.
Bir gerçek; affedilemez bir gerçek şu ki, biz savaştan kaçınmak için hiçbir şey yapmadık, tersine ona gerekçeler oluşturduk. Affedilemez yanı şudur: Türkiye’nin askeri gücü konusunda bilgi sahibi değildik ve kendi ordumuzu da tanımıyorduk.
28- Savaş bizim tam ve kesin yenilgimizle sonuçlandı. Bizim karnı tok, sırtı pek, iyi silahlanmış ordumuz silahlarını bıraktı ve köylere dağıldı.
İç savaşlarda yapılan yağmalar ve cezasız kalan talanlar yüzünden ordunun morali bozulmuştu. Büro-Hükümet tarafından desteklenen derleme birlikler sistemi (ayrı ayrı bağımsız birliklerin kurulması) ordunun birliğini ve bütünlüğünü bozmaktaydı. Ordunun eğitimi, askeri ruh, teşkilatın sağlamlığı ve disiplin; dolayısıyla direnme gücü aşırı derecede zayıflamıştı. Hükümet ve onun savaş bakanı kendi ordusunu tanımıyordu.
Bütün bunların üstüne hükümet vahim bir hata yaptı: Asker sayısını artırmak amacıyla, sürekli yeni kişileri orduya çağırıyor; yaşlı, yorgun, aile ve geçim kaygıları altında yıpranmış insanları askere alıyor, aceleyle silahlandırıyor ve cepheye gönderiyordu. Bu kişiler firar ederek askerin moralinin daha da bozulmasına sebep oluyorlardı.
29- Kasım’ın ikinci yarısında, Karabekir Paşa’nın muzaffer birlikleri Gümrü’ye girdiğinde, Büro-Hükümet istifasını parlamentoya sundu. Bu yenilgi sonrasında artık iktidarda kalamazdı. Türkiye ile görüşmelere başlamak gerekirdi, bunun için ise yeni insanlara ihtiyaç vardı. Kısa bir tereddüt sonrasında (ilk başlarda farklı bir hükümet listesi oluşturulmuştu) Taşnak ve EsErlerden oluşan S. Vratsyan hükümeti kuruldu. Taşnak bakanlar, Taşnaksutyun Partisi’nin “sol kanadına” mensuptular. Başbakanın kendisi Rusya eğilimliydi; EsErlerin ise Ermeni Bolşevik dairelerinde bağlantıları vardı.
Bolşeviklerin gelmeleri (ki bunun kaçınılmazlığı artık fark edilmekteydi) durumunda, bu tür bir hükümetin onlarla daha kolay anlaşabileceği yönünde zayıf bir umut vardı.
30- Türkler artık Gümrü’deydiler.
Buna eşzamanlı olarak, Rus Kızılordu birlikleri Akstafa yönünden İcevan’a ve Dilican’a girmişlerdi.
Bolşeviklerle Türkler arasında herhangi bir anlaşma var mıydı?
Bizim çevrelerde böyle bir kanaat çok yaygındı. Bence bu yanlıştı.
En azından şimdilik ortada bunun bir kanıtı yok. Bolşevik (ya da Bolşevik eğilimli ayrı ayrı kişiler) ajanlar ordumuzun çökmesine gayret sarf etmiş olabilirler.
Ama bunun için Türklerle herhangi bir anlaşmaya gerek yoktu.
Ayrıca bizim yenilgimizin hızlandırılması için Bolşeviklerin müdahalesine de ihtiyaç yoktu. Zaten Şöregil’li amcalar bu iş için yeterliydi; bunların tek isteği mümkün olduğunca çabuk eve dönerek, buğdaylarını biçmek ve toplamak, Türklerin saldırması durumunda ise ailelerini ve hayvanlarını emniyetli bir yere kaçırmaktı.
•Yenilgimizin sebebi, Bolşeviklerin hainliği ya da Türklerin gücünde değil, bizim kendi güçsüzlüğümüzde yatmaktadır. Elbette Bolşevikler bizim yenilgimizden yararlandılar, bu gayet doğaldır.
Bunun için Türklerle bir ön anlaşma yapmalarına gerek yoktu.
Rusya’da zafer kazanan ve Azerbaycan’a yerleşmiş olan Bolşeviklerin Gürcistan ile Ermenistan’a da girmeleri gerektiğini anlamak zor değildi. Bu sadece bir zaman meselesiydi. Uygun bir zaman seçilmesi gerekirdi ki, fazladan güç sarf etmeye gerek kalmasın.
İşte Ermenistan’ın da zamanı gelmişti ve Bolşevikler Mayıs’ta yapamadıklarını Aralık’ta yaptılar.
31- 1 Aralık (ya da 30 Kasım) tarihinde bizim delegasyon Gümrü’de Türklerle antlaşma imzaladı. Bu antlaşma acımasız Batum anlaşmasından çok farklı değildi.
Aynı gün içinde Vratsyan Hükümeti iktidardan çekildi ve iktidarı Bolşeviklere devretti.
Bolşevikler Ermenistan’a girdiler ve hiçbir direnişle karşılaşmadılar.
Bu, partimizin kararıydı.
Bu kararı verirken biz iki hususu dikkate almıştık: Birincisi, istesek bile direnemezdik, yenilmiştik ve güçsüzdük; ikincisi, Rusya’ya yaslanan Sovyet iktidarının devlet düzenini sağlayabileceğini umuyorduk.
Biz, kendimiz bunu yapamamıştık ve ileride de yapamazdık.
Ülkeyi Bolşeviklerin engelsiz bir biçimde yönetmesi amacıyla, yeni iktidara karşı olumlu davranmak ve onun kuruculuk çalışmalarına yardım etmek istiyorduk.
Bu karar oybirliği ile kabul edilmemişti.
Bunu kabullenmeyen kişiler de vardı. Onlar Bolşeviklerden iyi hiçbir şey beklemiyorlardı; yenileceğimizi kesin olarak bilmelerine rağmen direnmeyi ve mücadele etmeyi öneriyorlardı. Bu öneri reddedildiğinde, daha tutarlı olanlar ülkeyi terk ettiler.
Partiyi Bolşeviklere yakınlaştırmayı ve onlarla siyasal bir blok oluşturmayı önerenler de vardı. Onlar “sol Taşnaklar” adı altında ayrıldılar ve Bolşevik ruhlu bir deklarasyon yayınladılar. Fakat başarılı olamadılar. Bolşevikler bu deklarasyonların samimiyetinden kuşku duymuşlardı.
32- Şubat ayaklanmasına kadar geçen iki buçuk ay zarfında ülkeyi Bolşevikler yönettiler. İyimserlerin umutları gerçekleşmedi.
Rusya’dan beklenen siyasal ve maddi yardımlar gelmedi. “Başına buyrukluk ve sınırsız baskı”dan başka türlü tanımlanamayacak bir rejim kuruldu.
Öz itibarıyla her türlü diktatörlük baskı demektir ve başka türlü de olamaz. Her türlü devrim iktidarı, mücadele sırasında kararlı ve olağanüstü önlemlere başvurmak zorundadır; bu kaçınılmaz bir gereksinimdir ve eşyanın tabiatından kaynaklanmaktadır. Fakat Bolşeviklerin Ermenistan’da gerçekleştirdikleri acımasızlıkların karakteristik bir özelliği vardı; bunlar amaçsız ve göreliydi.
Bolşevikler ilk aşamalarda yeterince siyasal taktik uygulasaydılar (ki sonradan bunu yaptılar), onların Ermenistan’daki durumları tam olarak garanti edilmiş olacaktı. Zira ülkede karşıt akımlar yoktu.
Fakat Bolşevikler bunu anlamıyorlardı, olmadık yerlerde karşı devrimcilik arıyor ve halkı kendilerine karşı tahrik ediyorlardı.
Şubat ayaklanması tamamen Bolşeviklerin kendi eseridir; onların baskılarının, başına buyruk davranışlarının, ülke ekonomisinin son kalıntılarını da bitiren ve zaten aç olan halkı son lokmalarından da yoksun bırakan bitmez tükenmez müsaderelerin sonucuydu.
Taşnaksutyun, bu ayaklanmanın örgütlenmesine hiçbir şekilde katılmamanın ötesinde, ona karşı çıkmaktaydı.
Biliyorum, ayaklanma öncesinde kimi Taşnaklar bazı köylerde (örneğin Kotayk’ta) hazırlık çalışmalarına bir şekilde bulaşmışlardı.
Ama bu, partimizin işi olmayıp, ayrı ayrı elemanların girişimleriydi.
Yalnız ayaklanma patlak verdikten sonra partimiz harekete geçti; ve bu defa kitlenin peşinden sürüklenerek düzenlemediği bir hareketin başına geçti.
33- Ayaklanma sonucunda Bolşevikler Ermenistan’ın merkezinden çıkarılarak kenar bölgelere (Şerur ve Kazak bölgelerine) sıkıştırıldı.
Hemen “Ermenistan’ı Kurtarma Komitesi” kurularak, iktidarı ele aldı ve mücadeleyi yönlendirdi.
İç savaş 1 .5 ay sürdü.
Bizim çevrelerde, ayaklanan halkın başansız olmasını ve yenilmesini Bolşevik kuvvetlerinin üstünlüğü ile açıklamak eğilimi yaygındır.
Ben farklı düşünüyorum. Evet gerçekten de iyi mücadele verdiler, gerçekten de kahramanlıklar gösterdiler; ama Bolşevikler… bizimkiler değil. Bizimkiler iyi savaşabilseydiler daha ilk hafta içinde düşmanı Gemerli ve Yelenov cephelerinde ezebilirlerdi (Bolşevik Karşıtı Gürcistan daha direnmekteydi, Bolşevikler dışardan destek alamıyordu ve kendi kuvvetleri gayet azdı). Kötü savaşmamızın sebebi isteksizlik değildi ( isteksiz olsak ayaklanmazdık ve ayaklanmanın ilk günlerinde Erivan’da tanık olduğumuz coşku söz konusu olmazdı); kendi gücümüze güvenmiyorduk, başarıya inanmıyorduk.
Ayaklanma kendiliğinden, bilinçsiz bir hareketti. Beklenmedik biçimde patlak verdi, bir an coştu ve hemen de söndü. Ayaklananların iyi savaşması durumunda Sovyet iktidarının devrilebileceğini söylemiyorum; hayır, yenilgi kaçınılmazdı (özellikle Gürcistan düştükten sonra). Biz Ermenistan’daki bütün Bolşevikleri kesebilirdik (ayaklanmanın bir kadar örgütlü olması durumunda bu zor bir iş değildi). Fakat geride Kızılordusuyla beraber Rusya vardı. Ermeni köylüsü ya da Taşnaksutyun Partisi ona karşı direnecek değildi.
Yalnız şunu söylemek istiyorum ki, ayaklanma daha baştan yenilmeye mahkumdu, zira zafere inancı yoktu.
34- 2 Nisan tarihinde Bolşevikler Kanakir’e vardıklarında ve Erivan’ı işgal ettiklerinde, biz Erivan’ı terk ederek, Baş-Garni üzerinden Dereleğez’e hareket ettik.
Ayaklananlar ve partililer ile beraber, nereye ve niçin gittiğini bilmeyen kalabalık bir kitle de harekete geçmekteydi.
Kaçınılmaz yenilgi artık gerçekleşmişti. Takip eden iki-üç ay zarfında Dereleğez ve Zengezur’da yaşananlar artık bir mücadele değil can çekişmeydi.
Erivan düştükten sonra Dağlık Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesi gündeme geldi. Hatta bizim orada bulunmamız olayların akışını hızlandırmış da olabilir.
Biz Dağlık Ermenistan’a geçerek, yerli halkı güçlendireceğimizi ve direniş yeteneklerini artıracağımızı düşünüyorduk. Yenilen ve geri çekilme yoluna koyulmuş olan milis birliklerinin; özellikle korkutulmuş kitlenin moralinin çöküşünü ve çaresizliğini hızlandırabileceğini dikkate almamıştık Yerli halk bize yan bakıyor ve misafirperverlik göstermiyordu. Hiç görünmememiz daha iyiydi. Üstüne üstlük onların son lokmasına da ortak oluyorduk.
İstemeden onların yaşamına kargaşa sokmuştuk. Yerli ve dışarıdan gelme Ermeni yönetimler arasında sert bir karşıtlık oluştu.
Askeri güç günbegün erimekteydi. Bizimle gelen aç ve yerli halktan memnun olmayan askerlerin bir kısmı evlerine dönmeyi düşünüyordu. Türkiye Ermenilerinden olan gruplar (silahlı ve silahsız) bir an önce Aras’a ulaşmaya ve oradan da İran’a geçmeye çalışıyordu.
Yerli halk ordunun dağıldığını, ortama hakim olan yönetimsizliği görür ve kendi gücünden kuşku duymaya başlıyordu.
Yaz sonlarında, demokratik cumhuriyetin son karargahının bulunduğu Zengezur’u temizlediler.
Ermenistan tam olarak Sovyetleşti.